31 Ağustos 2016 Çarşamba

Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku

fakat-muzeyyen-bu-derin-bir-tutku-4
Açıkçası edebiyattan uyarlanan sinema filmlerine hep önyargılı yaklaşırım. Kitabı okuduysam, filmi izlemeye çekinirim. Ya da filmi izleyeceksem kitabı okumayı hep ertelerim.
Fakat müzeyyen bu derin bir tutku, üzülerek söylüyorum ki daha önce duymadığım bir kitap. Yazarı hakkında çok bilgim olmadığı için sanırım, filmi izlerken edebi açıdan bir an olsun düşünmedim. Nasılsa okumadım, okumam diye…
Açık konuşmak gerekirse bu önyargımı ve algımı tamamen değiştiren Çiğdem Vitrinel ‘in sineması oldu. İlk defa filmini izlediğim bir hikayenin kitabını da okumak istiyorum.
fakat-muzeyyen-bu-derin-bir-tutku-2
Vitrinel ilk filmi Geriye Kalan ile adını duyurmuş ve 48. Altın Portakal Film Festivalinde en iyi yönetmen ödülüne layık görülmüştü. Vitrinel’in 3 yıl aradan sonra ikinci filmi olan Fakat Müzeyyen bu derin bir tutku, kitabını yayımlamaya çalışan Arif’in, Müzeyyen ile karşılaşması sonrasıyla gelişen olayları konu ediyor. Sert adam karakteriyle aşina olduğumuz Erdal Beşikçioğlu‘ nu böylesi bir role düşünmek çok riskli, fakat filmi izledikten sonra Arif karakterine içsel ve duygusal açıdan getirdiği yorum, yönetmenin ne kadar doğru bir karar verdiğini kanıtlar nitelikte. Keza Sezin Akbaşoğlu da aynı şekilde, birbirleriyle uyumları da göz doldurucuydu.
fakat-muzeyyen-bu-derin-bir-tutku-3
Arif biraz asalak bir rolle karşımıza çıkıyor. Kitabını yayımlamaya çalışan Arif , gündelik hayatında başka hiçbir şey için çaba sarf etmiyor. Öyle ki sevgilisi olan kadının evini otel gibi kullanmaktan başka ilişkisine emek de vermiyor. Karşısına çıkan Müzeyyen farklı bir kadın. Ariften beklentisi yok. Ayrıca sen çalışma ben sana bakarım demesi bir yandan da Arif’in asalak tarafını besler nitelikte. Arif bu herkesten farklı kadına gönlünü kaptırıyor elbette. Bunu diğer ilişkisinde yapamadığı aile ziyaretinden anlıyoruz. Müzeyyen kendi hayatına çok fazla sokmuyor Arif’i, kendinden, geçmişinden hep uzak tutuyor. Bu Arif’te, Müzeyyenin hayatına karşı inanılmaz bir merak duygusu yaratıyor ve Müzeyyen’in geçmişini öğrenme isteği duyuyor.
fakat müzeyyen bu derin bir tutku ile ilgili görsel sonucu
 Fakat Müzeyyen bu derin bir tutku, alışılmış aşk filmleri gibi değil. Yönetmen, Arif ve Müzeyyen’in diyaloglarını ( aklımda kalan en çarpıcı söz “bir şeyin kalbini kırması için illa yanlış olması gerekmez ki.” ) ilişkilerinin gidişatını sıradanlıktan uzak bir şekilde konumlandırırken diğer yandan, kahvedeki konuşan adamlar, editör ve aşk romanı yazarı gibi karakterleriyle, filmde mizah dozunu da dengeli bir şekilde ayarlamayı başarıyor.
Söylemeden geçemeyeceğim bazı anekdotlar şu şekilde; Kahvede takılan arkadaş grubunun diyalogları şahaneydi. Filmin entelektüel yapısına tokat gibi vuran güruh erkek diyalogları, çarpıcıydı gerçekten. Ayrıca yine çok beğendiğim bir diğer oyuncu, yan karakter, Ege Aydan’ın tuvalet sahnesindeki rolü göz doldurucuydu.fakat-muzeyyen-bu-derin-bir-tutku-5
Elbette son zamanlarda izlediğim en iyi filmdi diyemeyeceğim ama türk sinemasında aşk filmleri arasında kendisine hatırı sayılır bir yer edineceği kanısındayım.
Ps. Bu yazı 05.02.2015 tarihinde sanatkaravanı.com için yazılmıştır. 

Hem İşitsel Hem Görsel Bir Şölen: Whiplash

Whiplash-5547.cr2
Bağımsız Amerikan Sineması’nın en başarılı oyuncularının sahne aldığı Sundance Film Festivali’nde, Büyük Jüri ve İzleyici Ödülü’ne layık görülen Whiplash’ı izlerken; koltuklarınıza çivilenmişçesine çakılı kalacaksınız!
w1
Filmin konusu şöyle:
Ülkenin en iyi müzik okulunda davul eğitimi almaya başlayan Andrew (Milles Teller), ilk senesinde caz ustası Terence  Fletcher’ın (J. K. Simmons) orkestrasına girmeyi başarıyor. Filmin ilk sahnesinde Andrew’un sınırları zorlayan performansı, izleyenlerine muhteşem bir resital  keyfi yaşatırken; Andrew, aynı yerde bulunan Fletcher tarafından görmezden geliniyor. Fletcher’in, Andrew’u görmezden gelme hali film boyunca sürüyor. Film ilerledikçe bu durumun, Fletcher tarzı bir eğitim biçimi olduğunu ve her fırsatta dile getirdiği, tarihin en önemli müzisyenlerinden biri olan Charlie Parker’a da, eğitmeni Jo Jones tarafından uygulandığını anlıyoruz. Andrew’in hiç pes etmeyen tavrı, Fletcher’da kendi Charlie Parker’ını bulduğu izlenimini yaratmayı başarıyor. Acımasız, sert ve taviz vermeyen Fletcher, film ilerledikçe Andrew ile psikolojik bir savaşa giriyor.
w2
Çoğunlukla gerileceğiniz, zaman zaman güleceğiniz ve muhteşem oyunculukların yanında muazzam bir kurguya sahip olan bu film; caz sevmeyenlere bile cazı sevdirebilecek, hatta filmden sonra uzun bir süre aklınızdan çıkaramayacağınız müziklere sahip. Çok iyi bir yazılı metnin bile tek başına yeterli olamayabileceğinin kanıtı olan Whiplash, oyuncuların müthiş performansı ve yerinde kullanılmış yakın çekimleriyle  yaşayabileceğiniz tüm duyguları iliklerinize kadar hissettirecek. Bir sonraki sahnede ne olacağını asla tahmin edemeyecek oluşunuz da, film boyunca sizi canlı tutacak durumlardan biri.
w3
Anti kahraman olarak nitelendirebileceğimiz J. K. Simmons’un performansı, tek başına bir makale konusu olabilecek derece etkileyici ve büyüleyici.
29 yaşındaki yönetmen Damien Chazelle, tam anlamıyla eksiksiz bir filmle amacına ulaşmış gibi görünüyor.
w4
İzleyenlerin mutlaka dikkatini çekmiştir fakat izlemeyenler için küçük bir bilgi verelim: Dikkat ettiğinizde, filmde kullanılan zillerin İstanbul Cymbals ürünleri olduğunu fark edeceksiniz. Meraklıları için, http://istanbulcymbals.com adresini de vermiş olalım.
w5

Ps. Bu yazı 09.02.2015 tarihinde sanatkaravanı.com için yazılmıştır. 

Psikolojik Bir Gerilime Dönüşen aşk hikayesi: Aç Kalpler

ac-kalpler (2)
Hangry Hearts filmi ilk olarak 34. Film Festivali Aile Bağları bölümünde izleyiciyle buluştu. Marco Franzoso’nun “Il Bambino Indaco” (İndigo Çocuk) isimli romanından uyarlanan film, 109 dakika sürüyor. İlk başlarda bir aşk hikâyesi gibi başlayan film, şaşırtıcı bir biçimde psikolojik gerilime dönüşüyor.
Mina (Alba Rohrwacher) ve Jude (Adam Driver) bir Çin lokantasında tuvalette tanışırlar. Hayli rahatsız edici bir ortamda, tuvalette, kötü koku ve havasızlık eşliğinde, ilk romantik dakikalarını yaşayan çifte ve yönetmenin bize karakterleri tanıştırma sahnesine eşlik ederiz. Tesadüfi bir şekilde tanışan çift, sürpriz bir şekilde gelişen hamilelik ile birlikte apar topar evlenirler.
ac-kalpler (4)
Mina işinden ayrılmasıyla birlikte tüm ilgisini bebeğini dünyanın mikroplarından ve kötülüklerinden korumaya odaklar. Bebek, annesinin seçimi nedeniyle 7 ay boyunca hiç dışarı çıkmadan ve sadece vegan yiyeceklerle yetiştirildiği için gelişimi diğer bebeklere göre yavaş kalır ve bu noktadan itibaren Jude biraz da çaresizlikle duruma müdahale etmeye çalışır. Mina’nın modern tıbba hiçbir şekilde güvenmemesi, alternatif tıp ve hatta metafizik olgulardan medet umması ve çocuğunu bu şekilde yetiştirmeye kararlı olması Jude’yi endişelendirir.
Başlangıçta günümüzde popülerleşmeye başlayan “organik çocuk yetiştirme” kültürünün yeni bir örneği gibi gelen tutum, histerik bir noktaya doğru ilerler.
ac-kalpler (1)
Filmde bir de babaanne faktörü var, bu rol hem geleneksel bir bakış açısı hem de hakim toplum rolünü üstleniyor. Babaanne karakterinin Mina’yı görür görmez “deli” yaftalaması yapmasından bu çıkarımı kolaylıkla yapabiliyoruz ve o zaman da başka bir soru geliyor aklımıza: Her zaman olduğu gibi, bu tuhaf kadın toplumdan dışlanacak mı?
ac-kalpler (3)
Evet, alışılmışın dışında bir anne (hatta rolüyle sinema tarihinin en tuhaf annesi olabilir ) kendi doğrularıyla bebeğini büyütmek istiyor. Bu aşamada bazı sorular geliyor akla, vegan bir anne, bebeğini et yedirerek büyütüp belli bir yaşa geldiğinde kararı çocuğuna mı bırakmalı? Yönetmen bu konuda tarafsız kalıyor, siz filmi izlerken ister istemez babanın çocuğu kaçırıp gizlice yemek yedirmesine, doktora götürmesine seviniyorsunuz ama anne tarafından bakıldığında da sorularınız devam ediyor. Yönetmen, karakterlere uzaktan bakıyor ama siz filmi izlerken ister istemez Jude gözüyle bakıyorsunuz.
ac-kalpler (5)
İki başarılı başrol oyuncusu rollerinin hakkını fazlasıyla veriyorlar ki, Venedik Festivali’nden iki oyuncu da ödülle dönüyorlar.
Finalden önce annenin çocuğunu dışarı çıkarmasını, sahilde masalsı bir şekilde onunla oyun oynamasını, Mina’nın değişen kararları olarak yorumlayamaya çalışırken etkileyici finaliyle film bambaşka yerlere gidiyor. Filmi mutlaka görmenizi tavsiye ederiz.
Ps. Bu yazı 28.08.2015 tarihinde sanatkaravanı.com için yazılmıştır. 

The Imitation Game

the-imitation-game-enigma-film-afisi

The Imitation Game : Enigma; içerisinde savaş sahneleri olmayan bir savaş filmi.  

The Imitation Game: Enigma; Andrew Hodges’ın, Alan Turing’in hayatını anlattığı kitabının Marten Tyldum tarafından beyaz perdeye uyarlanan, bir nevi belgesel tadı veren bir filmdir.
the-imitation-game-enigma-sahne
Film, Almanların çözülmesi imkansız olarak görülen Engima şifrelerinin kırılarak kazanılan II. Dünya savaşının arkasında yaşanan olayları konu ediyor. Hikaye, İkinci Dünya Savaşı döneminde İngiltere topraklarında yaşanıyor. Alman istihbaratının en önemli şifreleme tekniği olan Enigma’nın deşifre olması durumunda savaşın son bulacağına inanan İngiltere, sahip olduğu en iyi matematikçileri bir araya getirip bu işin üstesinden gelmelerini istiyor. Bu ekip, her gün gelen şifreleri kırmak için çabalarken kendini diğerlerinden soyutlayan kibirli narsist profesör Turing, şifreleri düzenli olarak çözebilecek bir makine (Cristopher) yaratma derdindedir. Turing’e ekibiyle iş birliği yapmasına yardımcı olan Joan Clarke’ı (Keira Knightley) çok silik bir oyunculukla izliyoruz. Velhasıl, Joan’ın da desteğiyle ekip arkadaşlarıyla birlikte çalışan Turing, sonunda makinasını çalıştırmayı başarıyor. “Cristopher” aslında Turing’in çocukluk aşkının ismi, makineye bu ismi vererek bir bakıma ona olan sadakatini hissettiriyor.
the-imitation-game-enigma-sahne-2
Filmin asıl başarısı, savaş görüntüleri olmadan da bize aynı hissi yaşatması sanırım.  Film muhteşem kurgusuyla, merkezine Enigma çözülürken yaşanan gelişmeleri alsa da geçmişe giderek Turing’in lisede yaşadıklarına ve 1950’li yıllarda Turing’in homoseksüellikle suçlanmasına yaptığı geçişlerde bizim olay örgüsünden kopmamamızı sağlayabiliyor. Filmde geçmişle geleceğin iç içe geçmesi, izleyicilerin olaylar arasındaki bağlantıları daha kolay kavramasına da olanak tanıyor.
Alan Turing, aslında sizlere bu satırları yazabiliyor olmamı sağlayan bilgisayar’ın ilk mucididir. Böylesi hayranlık uyandıran hayat hikayesine sahip birini 2015 yılında izlediğim bir film sayesinde tanıyor oluşum benim ayıbımdır. Ve yine böylesi bir dahinin, ülkenin geleceğini değiştirmiş bir kişinin, 40 milyon kişinin ölmemesine sebep olan bir savaşın 2 yıl erken bitmesine neden olan bir insanın, cinsel tercihlerinden dolayı saçma sapan bir hap kullandırılıp ölüme mahkum edilmesi de toplumun ayıbıdır!
the-imitation-game-enigma-sahne-3
Filmde eksik bulduğum bir nokta ise: lise yıllarında belki cinsel kimliğinin şekillenmesinde payı bulunan olaylar kadar, onu ölüme götüren bunalımlı dönemlerin az işlenmiş olması.
Dipnot:
*Bir rivayete göre,Turing 42 yaşında zehirli bir elmadan bir ısırık alarak intihar etmiştir. Bu ısırılmış elma daha sonra Apple ‘ın logosu olarak kullanılmıştır.
* Kraliçe yıllar sonra devlet sırlarını açığa verme pahasına, Alan’ın hakkını verip onun onurlandırılmasını sağlamıştır.
the-imitation-game-enigma-sahne-4
Ps. Bu yazı 02.04.2015 tarihinde sanatkaravanı.com için yazılmıştır. 

Aşkın da bir sanat eseri olduğunu varsayabilir miyiz? – En İyi Teklif

en-iyi-teklif-6

İtalyan sineması denince akla ilk gelen isimlerden Giuseppe Tornatore’nin büyük ses getiren son filmi La miglioreofferta’nın başrolünü üstlenen Geoffrey Rush yine her zamanki gibi muhteşem oyunculuğuyla izleyiciyi kendisine hayran bırakıyor.
HANDOUT - Geoffrey Rush als Virgil Oldman in einer Szene des Kinofilms "The Best Offer - Das höchste Gebot" (undatierte Filmszene). Der Thriller kommt am 21.03.2013 in die deutschen Kinos. Foto: Warner Bros. (zu dpa-Kinostarts vom 14.03.2013 - ACHTUNG: Verwendung nur für redaktionelle Zwecke im Zusammenhang mit der Berichterstattung über den Film und bei Urheber-Nennung bis 20.06.2013) +++(c) dpa - Bildfunk+++

en-iyi-teklif-3

Virgil (Geoffrey Rush) açık arttırmaları yöneten bir sanat eksperi. Hayatı tamamen sanatın ve değerli antikaların etrafında dönen, günümüz Victoria dönemi huysuz beyefendisinin keyif aldığı tek şey de sahip olduğu tarihin ünlü kadın portrelerinden oluşan koleksiyonu.
Virgil, oldukça stabil bir yaşam sürerken bir teklif alır. Genç bir kadın, ölen anne ve babasının malikanesindeki antikalara değer biçmesini ve onları kendi adına satmasını istemektedir. Virgil ne yaparsa yapsın, gizemini koruyan ve kendini saklayan bu kadın; zamanla yaşlı sanatseverin en büyük tutkusu haline gelir.
en-iyi-teklif-4
En İyi Teklif, Hollywood’da benzerlerini defalarca seyrettiğimiz suç filmi kalıbına fazlasıyla uysa da -filmin son 30 dakikasında sonunu tahmin edebilseniz de- ekrandan gözlerinizi bir an bile ayırmanıza müsaade etmeyecek tarzda. Ek olarak Virgil’in muhteşem oyunculuğuyla filmin başından sonuna doğru karakterdeki değişime an be an tanık olacağınız şahane bir yapıt .Sanatla harmanlanmış senaryosunda, sanata büyük bir saygıyla yaklaşan titiz görüntü yönetmenliği filmin bir diğer çekici öğesi. Filmin muhteşem müzikleri ise Ennio Morricone   tarafından bestelenmiş.
en-iyi-teklif-2
Kısaca, sıradan bir konuya hatta tahmin edilebilir sonuna rağmen, olağanüstü bir oyunculukla ve ne istediğini bilen yönetmenle konu ne olursa olsun, harika filmler izleyebiliriz dedirten “La miglioreofferta” ‘yı izlemenizi şiddetle tavsiye ederiz.

Ps. Bu yazı 09.07.2015 tarihinde sanatkaravanı.com için yazılmıştır. 



Samimi Bir Yol Filmi: Limonata


limonata-film-afisi
Sevgili Onur Ünlü’nün bilinirliği “Leyla ve Mecnun” televizyon dizisiyle artsa da biz hem senaryosunu yazdığı hem yönetmenliğini üstlendiği Polis, Güneşin Oğlu, Celal Tan’ın Aşırı Acıklı Hikayesi gibi filmleriyle kendisini oldukça yakından tanıyorduk. Onur Ünlü, Leyla ile Mecnun dizisinde birlikte çalıştığı oyuncularla çektiği “Sen Aydınlatırsın Geceyi” ile filmografisinin en başarılı projesine imza attı. Ayrıca ekibiyle beraber ülkede yeniden gündeme gelen absürt komedi türünün de öncüsü durumuna geldiler. Ekip üyelerinin birbirlerine kattıklarıyla beraber Onur Ünlü’nün tecrübesi yeni yollara atılan ilk adımları destekler nitelikteydi. Önce Leyla ile Mecnun’un senaristi Burak Aksak “Bana Masal Anlatma”’yı çekti, ardından Leyla ile Mecnun’un Mecnun’u Ali Atay “Limonata” ile bugünlerde karşımızda.
Limonata bir yol filmi. Hem de çok samimi bir yol filmi.
limonata-filmi
Makedonya’da yaşayan tır şoförü Suat ölüm döşeğindedir. Ölmeden önce son isteği ise İstanbul’da tanıştığı ve yaşadığı ilişki sonrası dünyaya gelen oğlunun (Selim) bulunup yanına getirilmesidir. Bu görevi de diğer oğlu Sakip’e verir. Bu görev Sakip’in boynunun borcudur fakat bu görev için Sakip 800 km’lik yol yaparak İstanbul’a gelip, varlığından henüz haberi olduğu kardeşini helallik için Makedonya’ya götürmesi gerekmektedir. Hiç bilmediği bir yere elinde bir adres ve iki isimle gelen Sakip, Selim’i bulur fakat Sakip’in Selim’i hiç görmediği babasının yanına götürmesi sandığından daha zor olacaktır.
ertan-saban-limonata-film
Ali Atay, senaryosunu birlikte yazdığı Makedonya asıllı Ertan Saban ( Sakip) ile beraber gayet iyi bir iş çıkarmış. Öncelikle belirtmekte fayda var; Ali Atay’ın bu filmde son zamanların en iyi oyuncusu Serkan Keskin’i tercih etmesi tartışmasız güzel bir hamle olmuş. Ertan Saban’ın oyunculuğu da bu filmle beraber sanki izleyiciye kendini bir kez daha kanıtlıyor. Oynadığı role öyle samimi bir hava katmış ki, film için son zamanlarda izlediğim en samimi film diyebilirim.
Film üç kısımdan oluşuyor: İstanbul-Yol-Makedonya. İstanbul ve Yol kısımları temponun yüksek olduğu filmin en hızlı kısımları fakat Makedonya’ya gelindiğinde filmin düşen ritmi seyircide bir rahatsızlık uyandırıyor. Tempoyu birden düşürmeleri ve olayları karmaşık bir şekilde filmin sadece belirli bölümlerine yedirmiş olmaları da gözden kaçmıyor.
serkan-keskin-limonata-film
Filmin isminin Limonata  olmasıyla ilgili tek bir ipucu var. O da bir duvar yazısı: Blood is not Lemonade (Kan limonata değildir) Sanırım Balkan’ların yakın geçmişinde yaşanmış onca acılı günlere, kayıp canlara bir gönderme.
Ve ayrıca bahsetmeden olmaz; öykünün Bulgaristan ayağında Ciguli’ye uğraması sanki özel bir veda olmuş gibi. Ben o sahneleri izlerken çok keyif aldım doğrusu.
limonata-film-ciguli
Her şey bir yana, Türk sinemasına komedi tarzında yeni bir soluk getiren Ali Atay’ın, ilk filmiyle yönetmenlik uğraşı adına gayet iyi bir giriş yaptığı kanısındayım.
Ps. Bu yazı 13.05.2015 tarihinde sanatkaravanı.com için yazılmıştır. 

24 Ağustos 2015 Pazartesi

İran’lı büyük Sanatçı Mohsen Namjoo İstanbul’da

Bir kesim İran’ın Bob Dylan’ı, bir kesim ise kürtlerin John Lennon’u der ona. İsminin okunuşu bile bir türlü tam olarak kestirilemeyen Mohsen Namjoo, müziğiyle derin bir sessizliğin çığlığı olur.


İranlı Müzisyen Mohsen Namjoo 1976 yılında İran’ın kuzeydoğusunda yer alan Torbat-e Jam isimli küçük bir kasabada doğdu. 12 yaşındayken babasını kaybeden Mohsen Namjoo’nun ailesinin ekonomik durumunun iyi olmaması nedeniyle ailesi onu müzik eğitimi veren yatılı bir okula göndermek zorunda kaldı. Burada büyük üstad Nasrullah Nasihpur tarafından keşfedildi ve geleneksel İran müziği ve İslam edebiyatı ile ilgili eğitimler aldı. Tahran Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Tiyatro bölümünde lisans eğitimini tamamladıktan sonra yüksek lisans eğitimi için müzik bölümünde devam etti. Klasik iran müziğini modern enstrümanlarla birleştiren deneysel çalışmaları ilk burada yaptı. Yaptığı çalışmaları muhafazakar Üniversite yönetimi tarafından hoş karşılanmadı. Onlarca kez uzaklaştırılma cezası verildi. Defalarca gözaltına alındı. İran müziğini alışılmamış bir şekilde uygulaması ve şarkılarının değişik tarzı nedeni ile henüz üçüncü yılında üniversiteden atıldı.

mohsen-namjoo-3.jpg (500×690)ü

Kendi sitesinde “klasik Fars şiirinin rock, blues ve caz gibi Batı müziği formları ile bir birleşimi” olarak tanımlanan müziğine Tahran Üniversitesi’nde yer bulamayan Namjoo, 2003 yılında yaptığı amatör kayıtlar ve Tahran’da verdiği konserlerle bir yandan geniş bir dinleyici topluluğuna ulaşırken, bir yandan da geleneksel şiire ve müziğe müdahaleleri nedeniyle olumsuz tepkilerle karşılaştı. 2006 yılında Uluslararası Rotterdam Film Festivali'nde yaptığı konser, bunu izleyen radyo söyleşisi ve İran’ın alternatif müzik dünyasını konu edinen Sound of Silence (Sessizliğin Sesi) belgeselinde yer almasıyla birlikte uluslararası alanda da dikkatleri üzerine çeken Namjoo, 2007 yılında ilk profesyonel albümü Toranj’ı İran’da yayınladı. 

Hala İran’da şarkılarının dinlenmesi, albümlerinin satılması resmi olarak yasaktır. Konserlerinden yapılan kötü kayıtları el altından dağıtılmaktadır. 2009 yılında kuran’a hakaret ettiği gerekçesiyle 5 yıl hapis cezası verildi. Bu sebepten dolayı İran’a dönmeyip, Amerika’da yaşamaktadır.
Hem geleneksel hem modern müziği iç içe geçiren ve bunu harika sesiyle harmanlayan Mohsen Namjoo 4 oktavlık sesiyle dünyanın en iyi erkek seslerinden biridir.
Bu muazzam sanatçı 19 Aralık’ta VW Arena’da sahne alacak. Kaçırmamanızı tavsiye ederim.
Derlediğim birkaç şarkısını aşağıda bulabilirsiniz. Sıralama yapmam gerektiği için yaptığımı, her şarkısının benim için ayrı olduğunu belirtmemde fayda var.















ALBÜMLERİ
Trust the Tangerine Peel (2014)
13/8 (2012) (Konser kaydı)
Alaki (2011) (Konser kaydı)
Useless Kisses (2011)
OY (2010)
Geographical Determination (2008)
Toranj (2007)



Kaynak: Bianet